Türkiye’de bir kurum var ki, evlerimizin salonuna yalnızca yayınlarıyla değil, elektriğimizin faturasına bile işlenmiş adıyla girer: TRT.
Bu ülkede televizyonu olmayan insan bile yıllarca TRT’ye para ödedi. Bir telefon alırsın bandrol, bir televizyon alırsın bandrol…
Ve bunun adı kamu hizmeti yayıncılığıdır: Halkın ödediği bedelin, yine halka eşit şekilde geri dönmesi.

Anayasa da bunu söyler:
“Özerk ve tarafsız kamu yayıncısı.”

Kâğıt üzerinde böyle yazıyor.

TRT’nin 2019 faaliyet raporunu açtığımızda rakamlar durumu açıkça ortaya koyuyor:
3,17 milyar TL’lik gelirin 1,757 milyar TL’si bandrol, 1,045 milyar TL’si elektrik payı.
Reklam gelirinin toplam içindeki oranı ise küçük bir dilim.
Yani TRT’nin varlık sebebi halktır; gelirinin omurgası halktır; ekranının meşruiyeti de doğal olarak halka karşı sorumluluğudur.

Fakat sorumluluk ile pratik her zaman aynı şey değildir.

Seçim dönemlerindeki ekran dağılımlarına ilişkin kamuya açık veriler, yıllardır toplumda tartışma konusu. Bir liderin saatlerce ekranda göründüğü, diğerlerinin dakikalara sıkıştırıldığı yayın tabloları, hepimizin hafızasında.
Bu tabloların yorumlanması kişiden kişiye değişebilir, ancak ortada tarihsel bir gerçek vardır:
Kamu yayıncılığında siyasal eşitsizlik tartışması bitmemiştir.

Uluslararası izleme raporları da bu tartışmayı kayda geçiriyor.
AGİT/OSCE’nin 2023 Türkiye seçimlerini değerlendirdiği raporda geçen şu ifade oldukça çarpıcı:
“İktidar lehine belirgin medya dengesizliği.”
Bu tespit doğrudan bir kurumu hedef almıyor; fakat Türkiye’de tek kamu yayıncısı olduğu için, herkesin gözü ister istemez TRT’ye çevriliyor.

Toplumun hâlâ unutmadığı bir başka sahne de 2019 İstanbul seçimlerinin tekrarlandığı döneme ait:
TRT Kurdi’de yayınlanan Osman Öcalan röportajı.
Seçime günler kala, kırmızı bültenle aranan bir ismin devlet kanalında yer alması, Türkiye’nin dört bir yanında ciddi bir tartışma yarattı.
Bu tartışmayı hatırlatmak bir suç isnadı değildir;
kamu yayıncılığının neden daha yüksek bir şeffaflık standardına ihtiyaç duyduğunu anlatmaktır.
Çünkü kamu yayıncısı, haber masasını yalnızca iktidarın değil, toplumun tamamının gölgesinden uzak tutmak zorundadır.

Bugün Türkiye’nin temel sorusu şudur:
TRT, halktan aldığı her kuruşun karşılığını bütün topluma eşit biçimde verebiliyor mu?

Bu soru haksızlık etmek için değil, TRT’yi kuruluş amacına hatırlatmak içindir.
Bu ülkenin her görüşten insanı, TRT ekranında kendini görmek ister.
Bu, bir lütuf değil; yıllarca ödenen bandrolün, faturaların, vergilerin doğal karşılığıdır.

TRT önümüzdeki dönemde çok kritik bir tercih yapmak zorunda kalacak:

Ya “herkesin kanalı” kimliğini yeniden hatırlayıp Anayasa’daki tarafsızlık ilkesini çağdaş kamu yayıncılığı standartlarıyla birlikte güçlendirecek…
Ya da halkın ödediği milyarların gölgesinde büyüyen adalet tartışmalarının odağında kalacak.

Türkiye, egemen güçlerin değil, halkın sesini duyan bir kamu yayıncılığını hak ediyor.
Ve TRT, halkın vergileriyle ayakta duran bir kurum olarak bu beklentinin ağırlığını taşımak zorunda.

Kamu yayıncılığının tek efendisi halktır.
Ve halkın sesi duyulmadığında, ekran ne kadar ışıklı olursa olsun gerçeği aydınlatamaz.