Haber

Merdan Yanardağ Birgün'e yazdı: Stockholm Sendromu

Silivri Cezaevi'nde tutuklu bulunan Gazeteci - Yazar Merdan Yanardağ, Birgün gazetesine “Stockholm Sendromu” tartışmasını yazdı.

Özgür Özel’in sözleriyle alevlenen ‘Stockholm Sendromu’ tartışması, yalnızca siyasal bir polemik değil; iktidar-devlet ayrımı söylemi, çözüm süreci ve Kürt hareketinin stratejik tercihleri üzerine derin bir yüzleşmeyi zorunlu kılıyor.

Ülke gündeminde bir “Stockholm Sendromu” tartışmasıdır gidiyor. Bu tartışmanın örttüğü daha derinde yatan yaşamsal bir sorun olduğu açık. Daha doğru bir ifadeyle, bu tartışmanın açığa çıkardığı önemli bir siyasal konu ile yüz yüze olduğumuzu söyleyebiliriz.

CHP’nin İmralı heyetine üye vermemesinin tetiklediği bir tartışma bu. Parti lideri Özgür Özel’in CHP Kurultayı’nda yaptığı konuşma, aslında hepimizin önünde yaşanan bir sürecin gerçek niteliğinin ortaya serilmesinin sağladı. Tartışma daha da büyüdü. DEM Parti yöneticilerinin duygusal tepkilerinin ardından, Erdoğan’ın da tartışmaya katılması, Özel’in sözlerinin hedefini bulduğunu gösteriyordu.

Gerçi Özgür Özel, konuşmasında DEM Parti’yi hedef almadığını ve genel bir duruma işaret ettiğini söylese de -ki öyle olduğuna itiraz etmiyorum- kamuoyu CHP liderinin sözlerini farklı yorumladı. Özel’in niyetinden bağımsız olarak, bu sözlerin kazandığı anlam, doğru bir tartışmaya zemin hazırladı. DEM Parti ve iktidarın verdiği tepki de zaten bu durumu açıkça ortaya koyuyor, sözlerin hedefini bulduğunu gösteriyordu.

Görüldüğü kadarıyla Ö. Özel başka ve daha genel bir durumu kast etse de son derece doğru bir tartışmaya yol açmıştı:

CELLADINA ÂŞIK OLMA!
“Stockholm Sendromu” deyimi bir kurbanın celladına, bir kölenin efendisine duyduğu marazi hayranlığı ifade etmek için kullanılır. Nitekim Ö. Özel konuşmasında yeni çözüm sürecinin bu boyutuna da işaret etmişti. Birey ve toplum psikolojisinin önemli bir alanıdır.

Daha yaygın kullanılan haliyle “celladına âşık olmak” hali, hastalıklı bir durumu anlatır. Bir teslimiyet ve işbirlikçilik halidir. Zorbalığa boyun eğmeyi, despotla anlaşmayı ifade eder. Bir kişinin, bir topluluğun, bir toplum kesiminin güç, baskı ve şiddet karşısındaki çaresizliğidir. Gönüllü bir teslimiyettir. Düşmanından medet ummaktır.

Ancak, söz konusu “sendroma” anlamını veren ya da farkı yaratan şey, deyim uygunsa “kurban”ın kendi teslimiyetine, boyun eğme tavrına ve çaresizliğine bir gerekçe, “makul” bir neden üretmesidir. Bilinçaltında kendi ruhunu ve onurunu da böylece kurtarmaya çalışır. Tavrına, kabul edilebilir gerekçeler arar, bir bakıma celladına meşruiyet üretir. Çünkü yine kişisel, toplumsal ya da siyasal bilinçaltında yaptığının yanlış ve onur kırıcı olduğunu da bilir. Bu durumu kendisine bile itiraf edemeyeceği bir ruh halidir.

Bilinçaltında yaşanan bu gerilim şizoid bir kişilik yanılsamasına, bir iç çatışmaya da yol açar. Çünkü ruhunun derinliklerinde bir “yanlış” içinde bulunduğunu -bilince çıkarmasa da- hisseder. Bu nedenle “makul” bir gerekçe bulmak, yoksa uydurmak zorundadır. Eğer “makul” bir gerekçe bulamaz ya da uyduramaz ise kişiliğini oluşturan çekirdek parçalanır. Öyle ki işkencecisine hayranlık duyanlar bile vardır. Bireyler için yaşanan bu hastalık durumu, bazı siyasi hareketler, hatta toplumlar içinde söz konusu olabilir.

Batılı sömürgeci beyaz adam ile Latin Amerika ve Afrika’nın yerli hakları arasında sıkça yaşanan bir durumdur. Aztekler, İspanyol sömürgecileri ve soykırımcıları, kendilerini terk eden tanrılarının geri dönüşü olarak görmüş ve çaresizlik uzun süre buna inanmıştı.

Kürt siyasal hareketinin “celladına âşık” olduğunu söylemek haksızlık olacaktır. Ancak, “Stockholm Sendromu”ndan muaf olmadıkları da açıktır. Sorun İslamcı – faşizan bir iktidar ile “demokratik” bir çözüm sürecine ilişkin ortaya konulan siyasal tutumdur. Bu sürece ilişkin öznel olarak verilen destektir. İleri sürülen “makul” gerekçeler ve iktidarla bu konuda yürütülen pazarlıktır.

DEM Parti ve Kürt hareketinin en önemli tezi, “Bu bir devlet projesi, biz icra mevkiinde AKP ve MHP olduğu için onlarla görüşüyoruz” şeklindeki yaklaşımdır. Gerçekten öyle mi? Bakalım!

İKTİDAR MI DEVLET Mİ?
Bu yaklaşım ya da tez gerçeği, somut durumu ifade etmiyor. Kürt hareketinin “Biz AKP iktidarı ile uzlaşmıyoruz, devlet ile müzakere ediyoruz” şeklindeki iddiası, “makul” bir gerekçe, kabul edilebilir bir neden arama, böylece soldan ve demokratik toplum kesimlerinden gelebilecek tepkileri, cumhuriyetçi kamuoyunun itirazlarını yatıştırmaya yöneliktir.

Öncelikle belirtelim; Türkiye’nin tarihsel dönemecinde devlet-iktidar ayrımı ya da iktidardan bağımsız bir devlet yapılanmasının bulunduğuna ilişkin ezber, tam bir palavradır. Liberal bir bakış ve bilinç çarpılmasıdır. Çünkü böyle bir ayrım kalmamıştır. Yeni bir rejimin kurulmaya çalışıldığı tarihsel dönemeçlerde böyle bir ayrım ortadan kalkar.

Erdoğan – AKP iktidarı, MHP’nin de desteğiyle devletin bütün organlarını ele geçirmiş, cumhuriyetin bütün kurumlarını büyük ölçüde imha etmiş ve yeni bir rejimi kurma sürecine girmiştir. Yüzeysel devlet de derin devlet de Erdoğan – AKP iktidarının hâkimiyeti altındadır. İktidarın hâkimiyet alanı dışında bir devlet yoktur. Türkiye pasif bir karşı devrim sürecinden geçmektedir. Bu oldu dikkate alınmadan hiçbir değerlendirme yapılmayacağı gibi, doğru bir siyasal tavırda belirlenemez.

İçinden geçtiğimiz bu tarihsel dönemde İslamcı-faşizan iktidar rejim değişikliği sürecini tamamlamaya çalışıyor. Çünkü cumhuriyeti imha etmesine karşın, henüz kendi düzenini, geri dönüş eşiğini aşacak düzeyde kurmadı. İslamcı-faşist totaliter bir rejimin kuruluşunu tamamlamak için, iktidar ömrünü uzatmak istiyor. Çünkü toplumsal direniş bu süreci tamamlamasını önledi. Bu amaçla Kürt muhalefetini yatıştırmak ve Kürt siyasal hareketini yatıştırmak ve Kürt siyasal hareketini yedeklemek istiyor. Bunun için “Terörsüz Türkiye” adı verilen girişimi başlatmış durumda. AKP-MHP’nin temel amacı tarihsel ömrünü dolduran iktidarlarının siyasal ömrünü uzatmaktır.

Ortada bir demokratikleşme perspektifi ya da programı yoktur. Öncelikle kavranması gereken olgu budur. Açıkça görüldüğü gibi, bir yandan Kürt hareketi ile “çözüm süreci” başlatılırken diğer yandan ise ülkede adeta bir “darbe” rejimi uygulanıyor. İlerici ve cumhuriyetçi muhalefete karşı bir tasfiye siyaseti yürütülüyor. Anayasa ve hukukun askıya alındığı, baskı ve siyasal şiddetin tırmandırıldığı bir dönem yaşanıyor. Ortada tek bir demokratik yasa yok.

İktidar bütün kazanımlarını kaybetmekten, sert bir hesap sorma dalgası ile karşılaşmaktan ölümcül bir korku duyuyor. İktidarı bırakmak istemiyor.

Sonuç olarak; ülke genelinde dinci faşizan despotik bir rejim yaşanırken Diyarbakır’da demokratik bir düzenin kurulabileceğine inanmak, “celladına âşık olmak” metaforundan daha ağır bir bilinç tutulmasına işaret ediyor. Bilinmeli ki, İslamcı-faşist bir iktidar ile Kürt sorunun demokratik ve adil bir çözümü mümkün değildir.

Çözümün tek yolu Türkiye’nin bu iktidardan, AKP-MHP gericiliği ve faşizminden kurtularak demokratik bir rejimin kurulması ile mümkündür. Gerisi “celladına aşık olmak” değilse de en hafif deyimiyle “saflık” olacaktır.

Gelelim AKP ve MHP’nin “icra makamında olması” yani iktidarda bulunması nedeniyle, mecburen “muhatap” alınması gerekçesine… Bu durumun kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu tezi, gerçeği yansıtmıyor. Bu gerekçe, açıkça iktidara yaklaşma ve işbirliğinin yolunu hazırlama çabasıdır. Yani “makul” bir gerekçe uydurma girişimidir. Oysa yapılması gereken iş, “icra makamını” değiştirmektir. Yeni ve demokratik bir “muhatap” oluşturulması mücadelesine katılmak, katkıda bulunmaktır. Yükselen toplumsal demokratik muhalefetin bir parçası olmaktır.

Bu tarihsel dönemeçte devrimci ve aydınlanmacı bir çıkış için en doğru yol budur. Cumhuriyetçi-sosyalist ittifakı ve bu ittifak çerçevesinde örülecek demokratik geniş cephe, ülkenin İslamcı-faşist bir diktatörlüğe sürüklenmesini önleyecek ve kurtuluşun yolunu açacak tek seçenektir.

Kürt hareketi, bu ülkenin önündeki yüz yılını belirleyecek bir tercihle karşı karşıyadır. Ya gerici-faşist bir dikta rejiminin kurulmasına katkı vererek kendisinin de imha olacağı bir yola girecek ya da toplumsal muhalefetin bir parçası olmayı ve böylece ülkenin demokratikleşmesine yaşamsal bir katkıda bulunmayı seçecektir. İkinci yol, Kürt sorunun onurlu çözümünün de yoludur.

(Fotoğraf: DHA)