Kişisel Ahlaksızlık Alanı ve Özel Hayatın Sınırları

Türkiye’de yaşanan son hadiseler —özellikle Habertürk merkezli soruşturma/operasyon ve akabinde yürüyen yayın dili— bize bir şeyi tekrar hatırlattı: özel hayat, artık yalnızca bireyin mahrem alanı değil; siyasal, medyatik ve yargısal bir “çatışma sahası”na dönüştürülüyor.

Delillerin ağırlık merkezinin “gizli tanık beyanları” olduğuna dair bilgilerle tartışma da büyük ölçüde iddia ve ifşalar üzerinden bir magazin/linç kültürü üretmeye başladı.

İşte tam da bu atmosfer, “kişisel ahlaksızlık alanı” (personal immorality space) dediğimiz tartışmanın Türkiye’de ciddi biçimde konuşulmasını gerektiriyor. İnsanın günlük hayatında, kamusal alana taşmayan, başkalarını doğrudan ilgilendirmeyen ve zarar vermeyen kısmında bir özgürlük alanı bulunmalıdır. Ceza hukuku, “ahlâk zabıtası”na dönüştüğü anda yalnızca özgürlüğü değil, hukuk devletini de zedeler.

1) Kuramsal arka plan: Wolfenden “dokunulmaz ahlâk–ahlaksızlık alanı”
Dünyada bu tartışma yeni değil. İngiltere’de ahlâk ile ceza hukuku arasındaki ilişki, 1957 tarihli Wolfenden Komitesi Raporu ile modern bir kırılma yaşadı. Komite 1954’te özellikle eşcinsellik ve fahişelik karşısında hukukun durumunu değerlendirmek üzere toplandı ve üç yıl sonra raporunu yayımladı. Raporda, hukukun işi olmayan bir özel ahlâk/ahlaksızlık alanı yaratılması gerektiği savunuldu: Yetişkinler arası rızaya dayalı eşcinsel ilişki suç olmamalı; fahişelik prensip olarak suç sayılmamalı, ancak aleni biçimde cinsel ilişki teklifi gibi kamusal rahatsızlık yaratan davranışlar düzenlenmeliydi.
Bu yaklaşım, John Stuart Mill’in Özgürlük Üzerine eserindeki zarar ilkesine (harm principle) yakındır: Devletin bireye müdahalesinin meşru zemini “ahlâkî beğeni” değil, başkasına zarar ve hak ihlali olmalıdır. Wolfenden’in çizdiği çerçeve, aynı dönemde ABD’de Amerikan Hukuk Enstitüsü’nün hazırladığı Model Penal Code tartışmalarıyla da paralel yürümüş; bireyin başkalarına zarar vermediği ölçüde devletin geri çekildiği bir “dokunulmaz alan” fikri güçlenmiştir. Buna karşın 1960’ların başında, İngiltere’de “hukuki ahlakçılık” (legal moralism) damar güç kazandı. Shaw davasında “kamu ahlakını bozma komplosu” gibi, 18. yüzyılda kaldığı düşünülen bir suç yeniden canlandırıldı. “Hukuk düzeni ahlâkı korumakla görevlidir” iddiası, yasama yoluyla olmasa bile yargı kararlarıyla ahlâkın korunması fikrine dönüştü.
Bu tarihsel tartışma bugün Türkiye’de hem özel hayatın ifşası hem de ahlâkî seferberlik dili üzerinden yeniden üretilmektedir. Üstelik işin içine “gizli tanık” terörünün de eklenmesi tartışmayı daha da tehlikeli kılıyor.

2) Kişisel ahlaksızlık alanı nedir, ne değildir?
Personal immorality space şunu söyler: Kişi, özel hayatında, “toplumun ahlaken eleştirebileceği” bazı davranışları, suç oluşturmamak ve başkalarına zarar vermemek koşuluyla yaşayabilmelidir.
Burada çok kritik bir sınır var ve bunu özellikle net söylemek gerekir. Kişisel ahlaksızlık alanı, suça sığınak değildir; bazı fiiller özel hayatın konusu olamaz. Bu sınırın en açık örneği çocuklardır. “Özel hayat” gerekçesiyle çocuk istismarı meşrulaştırılamaz; “kendi çocuğum” söylemi bir savunma olamaz. Aynı şekilde, adı ne kadar iğrençse içeriği de o kadar ağır bir suç olan çocuk pornografisi “ben sadece izliyorum” diyerek kişisel alana çekilemez. Çünkü burada bireyin “ahlâkî tercihi” değil, başkalarını doğrudan ve ağır biçimde etkileyen bir suç düzeni vardır. Bu fiiller, kişisel ahlaksızlık alanının değil, ceza hukukunun en sert müdahale etmesi gereken alanın içindedir.
Demek ki tartışma, iki kavramın ayrımına yaslanmak zorunda:
Ahlâka mugayir olabilir ama zarar vermiyor: Ceza hukukunun geri çekilmesi gerekir, kişi bu alanda özgürdür.
Zarar veriyor / hukuken korunan bir hakkı ihlal ediyor: “Özel hayat” kalkanı yoktur. Başkalarına zarar söz konusuysa özel hayat öne sürülemez.

Bu ayrım yapılmadığında, “özel hayat” söylemi suçları perdeleyen bir retoriğe; “ahlâk” söylemi de özgürlükleri boğan bir sopa diline dönüşür.

3) Birinci Özel Alan: Cinsellik
Kişisel ahlaksızlık alanı tartışması cinsellikte keskinleşir:
Eşcinsellik,
yetişkinler arası rızaya dayalı ensest ilişkiler,
bazı ülkelerde sodomi (özellikle anal ve oral seks) başlığı altında suç sayılabilen fiiller.
Bu alanın ana sorusu şudur: Yetişkinler arasında, rızaya dayalı ve kapalı kapılar ardında kalan bir cinsel ilişki, sırf “ahlâka aykırı” diye cezalandırılabilir mi? Özgürlükçü yaklaşım “hayır” der. Karşı görüş ise bunu kamu düzeni, toplumsal değerler ve “özendirme” gibi argümanlarla kamusallaştırmaya çalışır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus ceza hukukunun ölçütü toplumsal hoşnutsuzluk değil, zarar ve hak ihlali olduğudur.
Türkiye bakımından hatırladığın çizgiyi burada koruyalım:
Türkiye’de sodomi müstakilen suç değildir.
Yetişkinler arasında rızaya dayalı cinsel ilişki, ensest dâhil, TCK’da başlı başına suç değildir; ensest cinsel saldırı suçunda (TCK m. 102) ağırlaştırıcı neden olarak karşımıza çıkar.
Çocukların cinsel istismarında (TCK m. 103) aile yakınlığı ağırlaştırıcı sebep sayılır.
15–18 yaş grubunda rızaya dayalı ilişki, belirli koşullarda “şikâyet” rejimiyle değerlendirilirken; ensest niteliği taşıyan ilişkide rıza kabul edilmez (TCK, m. 104).
Bu tablo, Türkiye hukukunun da aslında şu gerilimi taşıdığını gösterir: Çocuk söz konusu olduğunda kişisel ahlaksızlık alanı yoktur; yetişkin rızası ve zarar yokluğu söz konusu olduğunda ise ceza hukukunun geri çekilmesi gerekir.

4) İkinci Özel Alan: Uyuşturucu
Uyuşturucu tartışmasında da çok bilinen bir yanlış vardır. Uyuşturucunun suç sayılmasının sebebi, uyuşturucu kullananların suç işleme eğiliminin arttığı iddiası değildir; bu iddia çoğu zaman tevatürdür. İnsanlar uyuşturucu kullanmadan da suça yönelebilir; hatta ideolojik, dini, uhrevi saiklerle de ağır suçlar işleyebilir. “Uyuşturucu suçu doğurur” ezberi, suç olgusunun karmaşıklığını örter; ceza siyasetini de kolaycı bir çizgiye iter.
Elbette uyuşturucu elde etmek için başka suçların işlenmesi mümkündür; fakat bu, “kullandıktan sonra suç işleme” iddiasıyla aynı şey değildir. Ayrıca aynı mantık, alkol için de kurulabilir. Hatta kişinin çok istediği bir eşya için de olabilir. Dolayısıyla uyuşturucu tartışmasında gerçek ayrım şurada kurulur:
İthal/imal/temin/örgütlü ticaret, başkalarını doğrudan etkileyen, yayılım üreten, kamu sağlığına saldıran bir alan, ağır bir suç rejimi.
Kullanım, çoğu zaman kişinin kendisiyle sınırlı bir davranıştır. Burada suç siyaseti “başkası” değil “kişinin kendisi” üzerinden kuruluyorsa, mesele hukuksal paternalizme dayanır.
Paternalizm, devletin bireyi kendisinden korumasıdır. Emniyet kemeri, kask, benzeri düzenlemeler burada tipik örneklerdir. Kırmızı ışıkta geçmek başkasına zarar verebilir ama kemer takmamak çoğu zaman kişinin kendisine zarar verir. Eğer temel ilkemiz “zarar” ve “hak ihlali” ise, kişinin kendi bedenine ilişkin kararlarında ceza hukukunun (ve hatta bazı hallerde idarenin) bu kadar geniş bir denetim alanı kurması tartışmalıdır. Kişisel ahlaksızlık alanı fikri, burada da devreye girer. Devletin ahlâkı ve bedeni ceza siyasetiyle terbiye etmeye soyunması, özgürlükçü hukukla bağdaşmaz.

5) Özel Hayat vs İşveren-İşçi İlşkisi
Bu noktada bir ayrımı özellikle vurgulamak gerekir. Patron–çalışan ilişkisi, amir–ast bağı ya da benzeri bir güç ve hiyerarşi ilişkisi kötüye kullanılarak cinsel nitelikli zorlamalar yapılması hâlinde, artık “kişisel ahlaksızlık alanı”ndan değil, kamuyu ilgilendiren bir suçtan söz edilir. İşten çıkarma tehdidi, terfi vaadi, ücret veya pozisyon baskısı yoluyla kişilerin cinsel ilişkiye zorlanması, rıza görüntüsü altında dahi olsa, özel hayat kapsamında değerlendirilemez. Tıpkı bir siyasetçinin cinsel menfaat karşılığında bir kişiyi kamu görevine ataması ya da avantaj sağlaması gibi, burada da güç ilişkisi istismar edilmekte ve kamu düzeni ihlal edilmektedir. Ancak kişinin herhangi bir zorlama olmaksızın, kendi iradesiyle, bir menfaat karşılığı böyle bir ilişkiye girmesi —ahlaken tartışmalı olsa da— bu yazının konusu olan kişisel ahlaksızlık alanı içinde sayılır. Bu başlık, ayrı ve müstakil bir değerlendirmeyi gerektirdiğinden, burada özellikle kapsam dışında bırakılmıştır.

6) Türkiye’de Hukuk Bilinmezi: Gizli tanık, masumiyet karinesi, lekelenmeme hakkı
Türkiye’de bu tartışmayı yakıcı kılan, sadece “ahlâk–suç” gerilimi değildir. Asıl problem, bunun yargısal süreç etiği ve hak güvenceleri üzerinden yürütülmesidir.
Habertürk merkezli soruşturmanın kamuoyuna yansıyan boyutunda, “gizli tanık” beyanları ve sızdırılan anlatılarla özel hayatın çok ayrıntılı biçimde konuşularak, özel hayatın gizliliği, masumiyet karinesi ve lekelenmeme hakkının hiçe sayılmasıdır.
Burada çok net bir tutarlılık testi var: İBB davası başta olmak üzere, Türkiye’de “gizli tanık” pratiğine ilkesel itirazımız varsa; Merdan Yanardağ örneğinde “gizli tanık/itirafçı” ikliminin hukuk devletini zehirlediğini söylüyorsak; burada da aynı ilkeyi savunmak zorundayız. Çünkü haklar, “bizimkiler–onlarınkiler” diye bölünemez. Bir gün başkasına uygulanan yöntem, ertesi gün size uygulanır.
Ve bir başka büyük tehlike daha var: Özel hayata dönük ifşacı dil normalleştiğinde, toplum “yargılamayı” değil “ayıplamayı” talep etmeye başlar. Böylece yargı, delille değil kanaatle; hukukla değil ahlâkçılıkla çalıştırılmak istenir. Bu noktada ceza hukuku, bireyi koruyan bir araç olmaktan çıkıp, ahlâk dayatan bir baskı mekanizmasına dönüşür.

Bu nedenle bu konuyu konuşanlara naçizane şunları öneriyorum:
Özel hayatı köpürtmeyin. Başkalarına zarar vermeyen, kamusal hak ihlali üretmeyen davranışları “ahlâk davası”na çevirmeyin.
Masumiyet karinesine sadık kalın. İddia ile hüküm arasındaki mesafeyi kapatacak her yayın dili, hukuk devletini kemirir.
Gizli tanık rejimine karşı tutarlı olun. Bugün alkışladığınız yöntem, yarın size döner.
Yargıyı ilgilendiren kısmı yargıya bırakın. Kamuoyu baskısıyla değil, delil ve hukukla yürüyen süreçler istiyorsak, medyatik infazı bir “hak arama yöntemi” gibi sunmayı bırakmak zorundayız.

Sonuç olarak kişisel ahlaksızlık alanı, bir “suç özgürlüğü” değildir. Çocuk istismarı ve çocuk pornografisi gibi başkalarını doğrudan ve ağır biçimde etkileyen suçlar, bu alanın mutlak surette dışındadır. Ama yetişkinler arası rıza ve zarar yokluğu söz konusu olduğunda; alkol, uyuşturucu kullanımı, cinsel yönelim gibi meseleleri ceza hukukunun merkezine taşıyan her hamle, bizi özgürlükten ve hukuk devletinden uzaklaştırır.
Bugün birilerinin özel hayatı üzerinde tepinenlere müsaade ettiğimizde, yarın hepimizin özel hayatı üzerinde daha büyük müdahalelerin geleceği unutulmamalıdır. Bugün başkasının özel hayatına kolayca girilmesine sessiz kalırsanız, yarın hukukun sizi koruyacak bir sınırı kalmayabilir.