ÇHD Onursal Başkanı ve Avukat Selçuk Kozağaçlı "İçeriden dışarıya mektuplar: Merhametin üç türü" yazı kaleme aldı. Birgün'de yayınlanan yazıda Kozaağaçlı "Ancak, her âşık gibi, bir türlü gereğince hissettirememekten korktuğumuz gizli arzu; niçin kapatıldığımıza ilgi duymanız galiba? Neyi yaparken tutuklandıysak onu yaparsanız emin olun çıkmış kadar oluruz. Hatta bizden iyi, bizden kalabalık, bizden güçlü yapın ki nerede olduğumuzun artık bir önemi kalmasın." dedi.
Selçuk Kozağaçlı yazısına şöyle devam etti:
"Yalnızca bir kez olsun insan mahkûm olmalı, yalnızca bir kez olsun duymak için kilidin dönüşünü kendi dayanıklılığının içinde
Tüm bunlardan sonra özgürdür insan, sımsıkı tutmaya, ağaçları, taşları
gökyüzünü, havadan net bir şey
anlayan kuşları"
Anne Sexton (Kötülük Arayıcıları)
Merhaba,
Dışarıdaki gündelik yaşama katılma kapasitemizde -arzumuz hilafına- süregiden eksilmenin, itibarımızda artışa neden olduğunu fark ediyorum.
Hamileliğe benziyor.
Günlerimiz ilerledikçe daha kırılgan, endişe uyandırıcı, özene muhtaç kabul ediliyoruz. Oysa tutsaklık
-aynı hamilelik gibi- hastalık değil.
Elbette hasta olanlarımız var ve onları buradan bir an önce çıkarmak için gösterilen kolektif gayret çok kıymetli; devam etmelisiniz. Yine "Kuyu Tipi Tecrit Rejimi"ne açlık eylemleriyle direnenlerimiz var, yaşamları tehlikede, hep gündeminizde tutmalısınız.
Ancak kalanlarımız -içerde "stabil" anlamında kullanmaya alıştım- iyiyiz. Kapı kilidi üzerimizde değil "kendi dayanıklılığımızın içinde" dönüyor. Sizin fark etmeden soluduğunuz hava bizim için artık "net bir şeyin" ifadesi: Kendimizden özgürleşiyoruz.
Tabii “İyiyiz” derken günler çok kolay geçiyor anlamında söylemiyorum. Hapishanede geçmiş her gün, Fowles'un Philadelphia'da geçen bir güne dair esprisine benziyor: "Güzel şehir, geçen Pazar günü bir hafta geçirdim orada..."
Yedi kat yavaş, seyreltilmiş, sıkıcı gerçekten burası. Bizi çıkarmaya çalıştığınızda, hatta sadece bizim için endişelendiğinizde haberimiz oluyor, seviniyoruz.
Gel gelelim siyasi tutsağa yönelen ilgi sadece kapatılmış olmasına yoğunlaşırsa haksızlığa uğramış hissediyoruz. Kendimizi niye tutuklattığımız sorusunun cevabını soluklaştırıyor sanki hapishaneye yoğunlaşmak. Garip mi oldu? İnsanı kendisi mi tutuklatır? Evet, hatta kendisinden özgürleşemediyse bizzat tutuklar bile! Canetti "Şöyle diyebileceğim bir kimsem yok: Beni özgür bırak! Her köşede kendini tutuklayan biri..." diye söylenir. Kendimize koyduğumuz sınırların yarattığı kimsesizlikten konuşuyor gibidir. Kimsesiz değilim fakat Devlet benim kimsem değil. Sürekli "Beni özgür bırak!" diyecek kadar muhabbetimiz yok.
Ayrıca hatırlarsanız ben de dışarıda yaşıyordum; nasıl tutuklanılmayacağını -tutuklu olmayanlar kadar- biliyorum. Hatta bu durumda bir de fazladan kendimi tutuklatmayı biliyorum denebilir.
Bana sorarsanız devrimcilik belli bir şeyi -mesela devrim- yapmakla değil, her şeyi belli bir şekilde yapmakla ilgili. Devrimci Avukatlık yaptığım için hapisteyim; onu da bilerek isteyerek seçtim.
Genç bir meslektaşım "Eh yani abi! Böyle söyleyince, hak ettim yatıyorum gayet de iyiyim diye anlaşılıyor; bir de o kadar gülümseme, mutlusun sanabilirler..." demişti. Çok hoş.
***
Hegel, cezayı temelde suçluya saygı göstermenin ve insan olarak eylemini üstlenebilmesine izin vermenin yolu olarak düşündüğünden ıslaha ve ibrete inanmazdı. Kant da öyledir. Bir açıdan haklı adamlar; insanı "infaz politikasının" aracı yapmak kimsenin haddi değil. Biz ıslah olmuyoruz, siz de ibret almayın. Gerçi o daha çok suçu topluma yönelmiş bir olumsuzlama kabul edip cezayı "olumsuzlamanın olumsuzlanması" diye gördüğü için olumluyordu.
Hegelci değilim. Hiç değilse Marx'dan daha fazla değilim. Suç işlediğimi düşünmüyorum; öyle mutlu falan da hissettiğim yok kendimi. Siyasi tutsaklara yönelmiş sevgi ve ilgiyi layıkıyla karşılayabilmek için gülümsüyorum. Bazen aynı nedenle huysuzlandığım da oluyor.
Bir başka meslektaşım da siyasi tutsaklar hakkında "Siz zulüm görenlere merhametli davrandığınız için insanlar da sizi esirgemeye çalışıyor, huysuzlanma" dedi.
Açlık çeken, sömürülen, gelecekleri elinden alınmış, yıldırılmış insanlar için canımın yandığı, öfkelendiğim doğru fakat bir yanlış anlaşılmaya yol açmaktan endişeleniyorum. Evet, çok sorun var. Düzenin yarattığı tablo ezici ve insanlar perişan. Ancak ben merhametli biri sayılmam hatta bazı türlerini gayet marazlı bulurum.
Böyle söyleyince de Talking Heads'in -neredeyse elli yıllık- huysuz şarkısı "No Compassion" geliyor insanın aklına: Merhamet yok!
"Ne çok insanın... sorunları var
İlgilenmiyorum onların sorunlarıyla (...)
Nesin sen, sorunlarına mı âşıksın?
Biraz fazla ileri gittin bence
Bu...
bu kadar sorun olması hoş değil
Biraz daha bencil ol, faydası olabilir
sana"
Tamam, bencil değilim. Tutuklandığıma göre insanların sorunlarıyla ilgilenmekte biraz ileri gitmiş de olabilirim diyelim fakat bendeki kesinlikle merhamet değil.
Tolstoy mujiklerin evliliklerinden söz ederken "aşk" kelimesini telaffuz etmeye utandıklarından "Bana merhamet ediyor" dediklerini söyler. Benim durumum da benzer. İnsanın gerçekleştirmesine izin verilmeyen potansiyeline aşığım ama ilgim merhamet gibi duruyor. Böyle yaşamak, böyle yönetilmek, böyle aşağılanmak zorunda değiliz; var potansiyelimiz, değiştirebiliriz. Yani aslında insanın kurtuluşu üzerine söylenmiş söze inanıyorum ben. Bakın söze değer vermek de bir başka aşk klasiği işte; âşıklar inanır kendi söylediğine.
Siyasi tutsağı "hasta" gibi değil de "âşık" gibi düşünseniz mesela daha kolay olur anlamak. Söylenen sözün, siyasal iddianın uçup gideceği geniş boşluklar yok burada; sözümüzle birlikte yaşıyoruz. Mecburen güven ilişkisi gelişiyor aramızda. Kurtuluşa dair sözün gücüne, aciliyetine, eylenebilir olduğuna güveniyoruz. Belki dış koşullar sizinkini biraz aşındırmış olabilir mi? "Hayır, biz de söze değer veriyoruz" deyip kolayca sıyrılmamanız için neyi kastettiğimi daha açık söyleyeyim: Nezval "Başımıza gelmedik bir bu kalmıştı" diye feveran ettikten sonra;
"Bu şiiri işyerlerine asınız,
makinelerin üzerine yapıştırınız,
yeldeğirmenlerinin önüne asınız
Fazla zaman yok!" der.
Aciliyet bu işte. Söze güven, şiirinden derhal pankart yapılmasını talep etmek ve savaşın bugün değilse yarın başlayacağına inanmaktır. Nezval hapiste bile değildi "Yarın Savaş" yazılırken.
***
Siz sözünüzü ciddiye alınca düşman da alır mecburen. Dostoyevski'nin acımasız "İdam Mangası" imitasyonunu takiben Sibirya'ya sürülmesine yol açan suç, kapalı toplantıda "illegal" bir metni yüksek sesle okumaktan ibaretti: Belinski'nin Gogol'e açık mektubu! Önü sonu edebiyat eleştirmeninden romancıya yazılmış.
Siz şiirinizi, mektubunuzu, öykünüzü, vaadinizi -yel değirmenlerine asılmasını isteyecek kadar- ciddiye alırsanız; yani sözünüze onu hayata geçirmeye niyetlenecek kadar güvenirseniz düşmanınız da "edebiyat" eleştirisini Sibirya'ya yazar sürecek kadar ciddiye alır.
Boyuna Rusları mı okuyorum? Hayır. Fakat elimizdeki en mazbut devrimi bunları okuyanlar yaptı; bir göz atmaktan zarar gelmez. Belki de devrimciyi diğer bütün siyasal pozisyonlardan farklılaştıran budur: Kurtuluşa dair sözün harekete geçirebildiği kişi olmak. Söz herkesindir, eylem yalnız sözü ciddiye alanların.
Yoksa kim istemez ki herkesin başını sokabilecek bir evi olsun? (Furkan'ın kulakları çınlasın: Ey Hûdey! Bizim burada ne işimiz var? Evimiz var, ailemiz var...) Kim istemez ki herkesin ücretsiz sağlık, eğitim, ulaşım ve dinlenme imkânı olsun? Sömürü, istismar, aşağılanma bitsin. Bu kurtuluşa dair sözdür: Sosyalizm.
Yine de neticede sözdür. Sağduyu yahut alışkanlıkla tekrar etmek, değil insanlığı ruhumuzu bile kurtarmaya yetmez. Olabileceğine inanmak, yapılabileceğini söylemektir; yapılabileceğini söylemek harekete geçmeyi gerektirir.
Elbette ilişki her söz için geçerlidir ancak bu durumda bir tehlike doğuyor: Söze kayıtsız güvenmek ne kadar doğru? Dindarlar neden emredildiği gibi adil, ahlaklı olamıyor bir türlü? Kutsal metinlerin her fırsatta tilaveti, amentünün ezberi söze güvenmeyeni harekete geçirmez. Hatta oradan bakınca sözü ciddiye almanın patolojik sonuçları da olabileceğini kabul ederim. Mesela Mormon köktencisi bir ailede büyüyen Tara Westover geçmişini şöyle tarif eder:
"Çocukken ailem kasabadakilerle aynı kiliseye (Mormon Kilisesi) gittiği hâlde dinimizin aynı olmadığının farkındaydım. Onlar iffete inanırdı, biz iffeti hayata geçirirdik. Onlar Rabbin şifa verici kudretine inanırdı, biz yaralarımızı (doktora değil) Rabbe teslim ederdik. Onlar ikinci gelişe hazırlanmaya inanırdı, biz basbayağı (konserve yapıp depolayarak) hazırlanırdık..."
Mormonlar da Nezval gibi son savaşın -eğer hâlâ başlamadıysa- yarın başlayacağına inanır. Westover'in yıllar sonra dışarıdan bakmayı başardığında hafif bir merhametle "borderline" kabul ettiği aile pratiği; aslında sözün gereğini yerine getirmekten ibarettir.
Patoloji eylemde değil sözdedir; o da harekete geçmiş Mormonların sorunu olsun. Bizim sözümüz su kadar berrak: Devrimcilik sosyalizmin kurtuluş vaadini -söz cinsinden- ciddiye alıp gereğini eylem cinsinden yerine getirmektir.
Şunu söylemeye çalışıyorum; kapatılmış olmamıza gösterdiğiniz ihtimam ve -eğer öyleyse- merhametin yanaklarımızı pembeleştirdiğini bilin. Biz de sizi seviyoruz.
Ancak, her âşık gibi, bir türlü gereğince hissettirememekten korktuğumuz gizli arzu; niçin kapatıldığımıza ilgi duymanız galiba? Neyi yaparken tutuklandıysak onu yaparsanız emin olun çıkmış kadar oluruz. Hatta bizden iyi, bizden kalabalık, bizden güçlü yapın ki nerede olduğumuzun artık bir önemi kalmasın.
Yaptırırlar mı?
İşte "kendini tutuklatma" bilgisi tam orada devreye giriyor: Bırakın dalga neyse gelsin üstümüze, boy buralar hep, endişe etmeyin.
Peki, birlikte mücadele edersek; teslim olmaz, bencillik etmez, merhametle değil aşkla direnirsek gerçekten kazanır mıyız?
Aşk olsun! Güvenin sözünüze. Herkesi sevgiyle kucaklıyorum. Biz kazanacağız.





